Çocuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çocuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Ağustos 2019 Salı

Tübitak Ulusal Uzay Gözlem Şenliği'ne başvurmadan önce bilmeniz gereken noktalar nelerdir?

11 yaşındaki oğlumla birlikte 1-4 Ağustos tarihlerinde Tübitak'ın düzenlediği Uzay Gözlem Şenliği'ne katıldık.

En baştan başlarsam, 6000 civarı başvuru içinden 1000 kişi kura ile belirlendi. Bu yıla kadar 350-400 kisiye açılan senlik, bu yıl halk, davetliler, protokol ve protokolün yanındaki (söylendigine gore 400 civarinda kişi) ile birlikte ortalama 2000 kişiye ev sahipligi yapmış oldu. Antalya Saklıkent' te yaklaşık 2000 metre yükseklikte 3 gece süren şenlikle ilgili anlatılacak pek çok ayrıntı var ama son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim: Seneye bir daha çıksa bir daha giderim. Bu şenlik hem yetişkinlere hem de çocuklu ailelere açık bir etkinlik. İçerigin ayrintilarini farklı bir yazıda paylaşacağım. Ama özetle gündüz eğitimler, atölyeler; gece uzay gozlemleri yapildigini soylemekle yetineyim.

Ulaşımla ilgili bir konuya dikkat çekmek istiyorum. Antalya merkezden Saklikent'e giden yol çok virajlı. Araba tutmasından muzdarip olanlar varsa hazırlıklı çıksınlar yola. Yoksa benim yaşadıklarımı yaşamanız işten bile değil. 

Yerleşke ile ilgili olarak;
Ana girişte valizler polis köpekleri tarafından arandı. Daha sonra sarı t-şörtlu uzman arkadaşlar (astronomlar ve astronomi ogrencileri) çadır alanına kadar bizlere eşlik etti. Herkes çok güleryüzlü ve her konuda yardımcıydı. Çadırlar çok dip dibe kuruldu. Bunun sebebi protokol ekibinin alana yayılan buyuk çadırlarıydı. Biz geldiğimizde onların çadırları çoktan
kurulmuştu. Kurulumun bu kadar dip dibe olması ilk başta biraz tedirgin ediciydi ama çadır komşularımızla iyi anlaştığımızdan, sonrasinda düşündüğümüz gibi rahatsız olmadık. Yine de ben istemiyorum derseniz eminim daha az kalabalık bir yere de çadır kurabilirsiniz. Tek sorun kafe, tuvalet, etkinlik ve toplantı alanına daha uzak kalabilirsiniz. Bu alanlardan uzaklaştıkça dağın eteklerine doğru, eğimin arttığıni da göz önune almak gerektigini de belirtmiş olayım.

Çadır komşularımız, iki eksikle :)
Çadır komşularımız, 2 eksikle :)
Çadırların kuruldugu alanda tek bir ağaç olmaması nedeniyle çadırların içi sabah saat 7.30'dan itibaren ısınıyor. Çadırda zaman geçirmek zorlaştığında fazla seçenek yok; sadece kafe ve bir tente altına koyulmuş banklardan oluşan bir alan golge. Tenteli alan aynı zamanda bir bolumunde atölyelerin de yapıldığı, sigara içmenin serbest olduğu bir yer. Çadırların olduğu bölgede ibadethane için de ayrılmış yerler var. Resimde arka planda görülen büyük beyaz çadırlar mescitler, aynı zamanda yağış nedeniyle çadırları su alan kişilere geçici bir süre ev sahipligi de yaptılar.

Kıyafet, gün içerisinde şort, tişört; akşama doğru hırka, yağmurluk; gece boyunca da kar kıyafetleri, kışlık mont veya bildiginiz en kalın neyiniz varsa getirin yanınızda. Bez spor ayakkabıyla gitmeyin, gece soğuğunda gözlem yaparken donarsınız. Gözlemler sabah 4'e kadar sürüyor. 7.30 gibi de en geç kaldığınızı düşünürseniz az uyku ile idare ediyorsunuz. Ama insan 3-4 saat bile uyusa İstanbuldakinden dinç kalkıyor. Bu deneyimde ne çadırda kalmak, ne gök gürültülü sağanak yağis. Beni en çok zorlayan soğuk hava oldu. Bayağa tat kaçırıyor doğrusu. Yagmur deyince belirteyim, cadiri su alanlar cok zorlandi. Yazlik cadirla oraya gitmek büyük risk. 22 yılda bu ikinci yağmurlu şenlIkmis bu arada ama tutturursaniz tutturuyorsunuz işte :)

Taşınabilir musluklar. 
Tuvaletlere gelince, sayıca yeterli, temizlik olarak ise 2000'e yakın kişinin kullandığını düşündüğünüzde ne hayal ediyorsanız öyleydi. Kaldığımız 3 gece 4 gün içinde benim fark ettiğin en az iki kere temizlendiler. Ancak şaşırtıcı olan hiç kuyruk olmaması. Yanı yemek kuyruğu, çay kuyruğu, teleskop kuyruğu var ama ne hikmetse tuvalet kuyruğuna hiç denk gelmedim. Duş icin ayrılmış farklı bir alan vardı ama gidip içlerini görmedim. Sadece sayısı çok yetersizdi diyebilirim.

Yemekler çok lezzetliydi. Kahvaltılar peynir, zeytin, kutu bal, tereyag, vişne reçeli, yumurta, domates, salatalik ve ekmekten olusurken; diğer öğünlerde ortak olan şey, ana ögun yanında mutlaka makarna veya pilav olmasiydi. Yemekler lezizdi leziz olmasına ama onlara ulaşmak pek o kadar kolay değildi. Resimde yemek kuyruğunun benden önceki kısmını görüyorsunuz.
Bu kadar kalabalık olunca masalar da çok temiz olmuyordu haliyle ama masa sayısı çoktu, o nedenle yemegi aldiginizda mutlaka yer buluyordunuz. Ayrica o kuyruklarda beklerken farklı insanlarla tanışma ve sohbet etme imkanı buluyorsunuz. Biz kuyruk beklerken sıkılmadık, hatta yeni insanlarla tanisip sohbet etmekten keyif de aliyorduk. Örneğin Tubitak Baskani Prof. Hasan MANDAL ve Gözlemevi Müdürü Prof. Sacit ÖZDEMIR ve NASA'da çalışan astrofizikçi Umut YILDIZ bu kuyruklarda tanışıp sohbet ettigimiz kişilerden bazılarıydı.

Tubitak Başkanı
Prof. Hasan MANDAL
Yazmakla yazmamak arasında kaldığım bir noktayı da yazayım hadi. Iki başkan da yakan güneşin altında yüzlerce kişilik kuyruğa girmiş, yemek sırasında bekliyorlardı. Burası Turkiye olunca insan protokole ayrılmış ve kendilerine servis yapılan bir yerde olacaklarını düşünüyor. Haliyle de  olması gerekeni gördüğünde bile mutlu oluyor. Bu gözlemimi kendileriyle de paylaştığımda alçak gönüllü bir tebessümle karşılık verdiler.

Buraya kadar ulaşımdan, yerleşimden, tuvalet ve yemek alanları olmak uzere temel ihtiyaclardan bahsetmeye çalıştım. Daha fazla uzatmamak adına burada kesiyorum. Bir sonraki yazımda da içerikten bahsettim.


11 Ekim 2017 Çarşamba

"İçimden birşeyler akıp gitti"

17 yıllık meslek hayatımda yaptığım görüşmeler içerisinde, daha önce yaşamadığım tarzda ve yoğunlukta bir duygu yaşadım. 


Tek basına, üzgün şekilde oturan bir çocukla karşılaştım geçen hafta. Yanına gittim. İlk başlarda benimle hiç konuşmadı. Hep yere baktı. Bir derdi olduğu belliydi, söylemek istiyor ama söyleyemiyor gibiydi. Ne de olsa beni hayatında ilk kez görmüştü, bana açılmak onun icin kolay olmasa gerek diye düşündüm. Tek yönlü konuşmalara biraz daha devam ettim. Sonra sonra kafa sallamalar ve kaçamak göz temaslari başladı. Ne zamanki içindeki birşeylere parmak bastim, o zaman dikkatini çektim, gözlerime kaçamak bakmayı bıraktı, kısa bir an sonra ağlamaya başladı. Ağlamasına kendisi de şaşırmış gibiydi. O an, sonradan annesine ifade ettiği gibi "içinden birşeylerin akıp gittiğini" ve kendisini durduramadigini hissettim. Ona sarıldım. 


Görüşmemizin sonunda, biraz daha rahatlamış gibiydi. Annesine dahi söylemeyip içinde taşıdığı sorunu ile yalnız hissetmiyordu artık. Yaşadığı bu anı sonradan "sanki içimden birşeyler akıp gitti anne" diye tanımlamıştı. Ne ben ne de başkası o duyguyu bu kadar güzel ifade edemezdik. 


Çocuklar çok içten. Psikolog olmayı insanlarla yakından çalışma şansım olacagi icin seçmiştim ama geriye donup onca yıla bakınca diyorum ki; iyi ki okullarda Psikolojik Danışman olarak çalışıyorum. Bir çocuğun ruhsal dünyasında fark yaratabilmek dünyanın en tatmin edici duygusu olsa gerek. 


22 Kasım 2016 Salı

Çocuğunuzun öğretmeninde aradığınız en temel özellik nedir?

Bir sınıfa girdiğinizde gördükleriniz, o sınıfın yönetim şekli ve sınıfın iklimi hakkında size bir fikir verir. Öğrenciler sessizce oturuyor, söz almıyor, soru sormuyor sadece dinliyorsa orada özgür hissetmediklerini ve sınıfta baskıya (korkuya) dayalı otorite kullanıldığını düşünürüm. Öğrenciler akıllarına gelen soruları anında soracak kadar özgür hissediyor, sorulara cevap veriyor, yüzleri gülüyorsa, orada sevgi ve saygıya dayalı bir otorite görürüm. "Sevginin olmadığı sadece saygının olduğu sınıflar soğuk yerlerdir" diyor Doğan Cüceloğlu. Böyle sınıflarda herkes rolünü ve sınırlarını iyi bilir ve ona göre davranır. Öğretmen dersini anlatır, derslerini sorunsuz işler, gerisi ile pek fazla ilgilenmek istemez.



Bir öğretmende aradığınız en temel özellik nedir? sorusuna Doğan Cüceloğlu'nun verdiği cevap; ne öğretmenin alan bilgisi, ne konu anlatımındaki becerisi ne de öğrencilerinin sınavlardaki başarısı oluyor. En önemli özellik, öğrenci ile "empati yapabilmesi, onu öğrenci olarak değil önce insan olarak görüp saygı duyması ve içten yaklaşımı". Bu durumu Özgür Bolat öğretmenin öğrencisini "mesleki" olarak değil, "kişisel olarak sevebilme yetisi" şeklinde açıklıyor; belki siz de bir veli olarak "öğretmenin duyduğu şefkat ve çocuk sevgisi" dersiniz. Nasıl tanımlarsak tanımlayalım şahsi kanaatim; sevginin olmadığı yerlerde çocukla gerçek bir ilişki kurulamayacağı yönünde. Gerçek bir ilişki olmayan yerde ise ne çocuğun kişisel gelişiminden bahsetmek mümkün ne de kaliteli bir öğrenme ortamından. 

Bu vesile ile veliler için önerim:

Öğretmenlerinizin nasıl eğitim verdikleri, kaç net çıkarttırdıkları, nasıl ders işlediklerinden önce, çocuklarınızla saygı ve sevgi dolu bir ilişkileri olup olmadığını sorgulayınZaten sevgi bağı kurulduysa ve öğretmen çocuklara saygı duyuyorsa çocuğun öğrenmesinde ortaya çıkabilecek her türlü sorun karşılıklı işbirliği içerisinde çözüme ulaştırılır.

2 Şubat 2016 Salı

Hastane personeline rağmen çocuğunuzun ameliyat öncesi sakinleştirilmesini nasıl sağlarsınız?

Oğlum Acıbadem Atakent hastanesinde bademcik ve geniz eti ameliyatı oldu. Ameliyatta ve sonrasında hiçbir sorun yaşamadık. Bu anlamda doktorumuz Prof. Dr. Melih Güven Güvenç'e ve Anestezi şefi Prof. Dr. Tayfun Güler'e çok teşekkür ediyorum. 

Ameliyat  öncesi ise oldukça sıkıntılı bir süreç yaşadık. Küçük çocukların ameliyathaneye gitmesi sırasında yaşadıkları korkuyu ortadan kaldırmak için onları sakinleştiren hatta sersemleten bir şurup içirilir. Bizde de böyle oldu. Buraya kadar sorun yok ama henüz şurup etkisini göstermemişti ki hemşire ameliyathaneye gitmemiz gerektiğini söyledi. Haliyle itiraz ettim ama ameliyathanenin programının sarkmaması gerekiyordu, hem zaten biz de ameliyathanenin kapısına kadar inebilecektik. Bu sırada 8 yaşındaki oğlum herşeyin bilincinde olduğundan korkmaya ve ağlamaya başlamıştı. Yolda ilaç etkisini gösterecektir umuduyla oğlumun korku içinde odadan çıkarılmasına razı geldim. Yol boyu elinden tutarak ameliyathaneye kadar indik tabi siz hayal edin nasıl bir duygu içinde olduğunu. "Anne gitmek istemiyorum, anne korkuyorum, anne sen yanımda olmayacaksın...ağlamalar, yalvarmalar...."

Ameliyathane kapısına geldiğimizde oğlumun korku ve paniği daha da artmıştı ve sürekli ağlıyordu. Ameliyathaneden birkaç kişi geldi ve onu, o haline rağmen ameliyathanenin kapısından sokmak istediler. Çocuk daha kendinde, korkuyor, bu şekilde nasıl sokarsınız diyerek karşı çıktım. İlacın etkisini göstermesini sağlamalarını, beklenmesi gerekiyorsa beklemelerini istedim. Yine ameliyathanenin saatlerinin aksayacağını, o nedenle bekleyemeyeceklerini söylediler. Duyduklarıma inanamıyordum. Resmen bağırta bağırta çocuğu yanımdan alacaklarını söylüyorlardı. Yaşadığım öfkeyi size anlatamam. Tabi ki yine itiraz ettim. Neymiş efendim "aslında ilaç etkisini göstermiş ama çocuk bilinçaltı olarak bağırıp, ağlıyormuş"... dalga geçer gibi saçma sapan birşeyle karşıma çıktılar. Aptal yerine konduğumda ne kadar sakin kalabildim bilemiyorum (yanımdakilere sormak lazım) ama gerekiyorsa damar yolunun orada açılmasını, sersemlemeden ameliyathaneye göndermeyeceğimi söyledim.

Çocuğun yatağının bir yanında ben diğer yanında 3 yeşil gömlekli görevli ortamızda çocuk ameliyathanenin kapısında tartışıyorduk. Haliyle Ege panik oldu, korkusu iyice arttı, bunun farkındaydım ama elimden daha iyisi gelmiyordu. En son  anestezi bölümünden bir asistanın bana yaptığı "bu kadın da nereden çıktı şimdi diyen" suratı gördüğümde oracıkta üzerine atlamamayı nasıl başardım bilemiyorum. Nasıl baktıysam artık o surat yapan doktor "ben bölüm şefimizi çağırayım" diyerek gitti. Kısa süre sonra anestezi şefi de ameliyathanenin kapısında oluşan küçük gruba katılmıştı. Çok geçmeden onu da durum hakkında bilgilendirdikten sonra şurubun etkisini beklemeyeceklerse damar yolunu burada açmalarını ve çocuğun bilincinin bulanıklaşmasından sonra alınmasını istediğimi söyledim. Zavallım o hala elime sıkı sıkı yapışmış ağlıyor ve yalvarıyordu. Allah'a şükür ki karşısındakinin bir çocuk olduğunu idrak edebilen bir doktor sonunda karşıma gelmişti. Kendisi damar yolunu açtırdı ve ilacı orada vererek oğlumun yanımda uyumasını sağladı. Nasıl bir stres yaşattılarsa artık o uyuyunca benim dizlerimin bağı çözüldü. Çocuğu ameliyathaneye narkozlu bir şekilde giderken bir annenin endişelenmesi beklenir değil mi? Hiç öyle olmadı. Onu bayılttırabildiğim için rahatlamıştım. Sonunda. 

1 saatin sonunda bitmesi beklenen ameliyat 1.5 saate çıkınca işte o zaman rahatlama yerini endişeye bırakmıştı. Neyse, çıkıyor haberi geldi ve biz yine ameliyathanenin kapısının önüne (o kabus gibi tartışmaların yaşandığı yere) gittik. Tam o sırada yeni bir çocuk (Ege'den küçük, 5-6 yaşlarında gibi) yatağında oturmuş, kollarını annesine uzatmış korkuyorum diye çığlık atarken ve ağlarken, kimsenin çocuğun bu haliyle ilgilendiği yoktu, hızlı hızlı ameliyathaneye doğru götürülüyordu. Anne öylece bakakalmıştı arkasından. Gidip o çocuğa bunu yaşatmalarını engellemek istedim ama Ege uyanıktı ve onunla ilgilenmem gerekiyordu. O çocuk ise zavallım öyle alındı annesinden. Ameliyathanenin kapıları kapandığında çocuk hala bağırıyordu. o anda asansör geldi ve biz onları geride bıraktık. ANLADIM Kİ BU HASTANEDE ÇOCUKLAR SADECE BİR NESNE!

Tabi ki sadece buradan değil resmi yoldan da şikayet dilekçemi doldurdum. İşte dilekçemde üzerinde durduğum noktalar:
  1. Oğlumun odasında anne ve babası yanındayken sakinleşmesinin beklenmesi gerekirdi, oysa tam tersi bana ameliyathanede sarkma olacağı endişesiyle baskı yapıldı, 
  2. İlacın işe yaramaması gibi durumlarda çocuğun üstün yararı gözetilerek davranılması gerekirken, hastanenin işleyişinin sarkmamasının ön planda tutuluyor olması, çocuklara karşı kesimhaneye et götürülür gibi duyarsızca davranılması beni derinden üzdü ve güvenimi de son derece sarstı. 
  3. Ameliyathane girişinde oğlum yatakta oturmuş korkuyla ağlarken Acıbadem'in anestezi görevlisini ve hemşireyi görevlerini doğru yapmaları için ikna etmek zorunda kalmam gergin sureci daha da uzattı ve yüksek tonda geçen bu tartışmalı ortam oğlumun ameliyathane kapısında yaşadığı anksiyeteyi çok daha fazla arttırdı. "İlaç işe yaradı, o bilinçsiz ağlıyor" diyerek durumu olduğundan farklı göstermeye çalışmak yerine görevlilerin bana karşı ahlaklı, çocuğuma karşı duyarlı davranmalarını beklerdim. 
Acıbadem Atakent Hastanesi'nde  çocukların ameliyattan önce sakinleştirilmesini on gören bir sistem kurmuşlar ama "biz ilacı verdik, olduysa oldu, olmadıysa çocuğunuzu korku içinde, bağırta bağırta götürürüz" yaklaşımına sahip olduklarını reklamlarında göremedim. 

Çocuklarımızın hakları var, onları korumak herkesin görevi ama en başta ailelerinin görevi. Karşımızdaki kim olursa olsun, ister doktor, ister okul müdürü, ister öğretmen, ister neyse ne! Hiç kolay değil ama birşeyler yanlışsa lütfen hakkınızı aramaktan ve çocuğunuzun haklarını korumak için sesinizi çıkartmaktan çekinmeyin. Yoksa o küçük çocuğun annesi gibi bağıra bağıra zorla ameliyathaneye sokulan çocuğunuzun arkasından çaresizce bakakalırsınız!

27 Ağustos 2014 Çarşamba

Sınıfın en küçüğü olmak neden dezavantajlı?

Yeni okul dönemi başlamak üzere. Bir ilkokula tayin olduğumu öğreneli birkaç gün oluyor. Okula yeni başlayacak çocukların okula uyum sürecini onlar için nasıl kolaylaştırabiliriz diye düşünüyordum, birden aklıma 60-66 aylık çocuklar ile 72 ay ve üzeri olan çocuklar aynı sınıfta olacaklar mı sorusu takıldı ve endişelendim. Tam bu ruh hali içindeyken internette gözüme çarpan bir araştırma endişelerimi daha da arttırdı.

homeInstitute of Fiscal Studies (İngiltere) tarafından Mayıs 2013'te yayınlanan araştırmada eğitim öğretim yılının başında (Eylül) doğan çocuklarla eğitim yılının sonunda (Ağustos) doğan çocuklar arasında büyük farklar olduğu gösterilmiş. Üstelik sadece akademik başarı açısından ya da ilkokul birinci sınıfa uyum açısından da değil. Daha önce aslında büyük yaş gruplarının akademik açıdan küçüklere oranla daha başarılı olduğunu gösteren araştırmalar vardı ama bu araştırmanın diğerlerinden önemli bir farkı var; eğitim hayatının başında kendisini ortaya koyan bu etkinin ömür boyu devam ettiğini söylüyor bu araştırma. 

Ağustos ayında doğan, sınıflarının en küçükleri olan, çocuklarda; Eylül doğumlu, sınıfının en büyükleri olan, yaşıtlarına göre;
  • Önergenlik döneminde; akademik becerileriyle ilgili düşük kendine güven gözleniyor ve kaderlerinin kontrolünün kendi ellerinde olmadığı hissi bu çocuklar tarafından daha çok yaşanıyor, 
  • 11 yaşlarında hafif düzeyde özel eğitim ihtiyacı olduğuna dair etiketlenme riskleri biraz daha fazla oluyor,
  • Daha az oranda 18-19 yaşlarında üniversiteye gidiliyor,
  • Erken sigaraya başlama gibi olumsuz davranışlar daha sık görülüyor,
  • Yetişkinlikte ise işsiz olma ihtimalleri diğer gruba göre biraz daha olası ve (göreceli olarak) daha mutlu veya daha sağlıklı da değiller.
Bu araştırmaya göre eğitim sistemi açısından en önemli sorunlardan biri, bu çocukların kendilerinden 11 ay daha büyük sınıf arkadaşlarıyla ülke genelinde yapılan standart başarı testlerine tabii tutuluyor ve onlardan daha düşük başarı gösteriyor olmaları. Hiçbir çocuk sırf doğduğu ay nedeniyle eğitim hayatında ilerlemede dezavantajlı olmamalı. Araştırmayı yapan uzmanların önerisi ulusal test sonuçlarının yaşlara göre uyarlanması yönünde. Araştırmacılar bu sonuçlar doğrultusunda sınıfın en küçüğü olan çocukların, her zaman yaşıtlarına göre birçok açıdan risk altında oldukları konusunda aileleri uyarıyorlar. 
Daha çok ayrıntıya ulaşmak isterseniz aşağıda kaynak olarak verdiğim linke ya da yukarıda koyduğum bağlantıya tıklayabilirsiniz.



Gelelim bizdeki duruma....

Daha önce çocukların ilkokula erken yaşta başlaması konusundaki düşüncelerimi burada yazmıştım. 84 aylık çocuklarla aynı sınıfa konan 60 aylık çocukları düşününce endişelerim daha da artıyor.

Eğitimde kol kırılıp yen içinde kalmamalı. Geçtiğimiz yıllarda bizzat yaşadığım bir durumu aktarmak istiyorum. Eğitimciler olarak hata yaparız ve bunu kabul etmek ve anne babalardan çocuklarına daha fazla yardım etmediğimiz için özür dilemek zorundayız. 

4 4 4 sistemi ilk uygulamaya konulduğu yıl, ay farkı çok olan çocukların bir sınıfta toplanmamaları gerektiğini, küçük çocuklar için dezavantajlı bir durum oluşturacağını tahmin ediyorduk. Görevim gereği okul müdürüme bu yönde tedbir almamız (sınıfları ay farkına göre ayırmak) gerektiği konusunda bir hatırlatma yaptım fakat malesef ki sonuç olumsuz oldu. İdarecim sınıfları ay farkına göre ayırmamasının nedeni olarak "hiçbir öğretmenin küçük yaş çocuklarıyla dolu bir sınıfı kabul etmeyeceği"görüşünü dile getirdi. Sırf bu düşünce yüzünden mi bu konu öğretmenlere karşı dile bile getirilmedi? Gerçeği bilmiyorum belki bunu bir mazeret olarak kullanıyordu. Beni düşündüren bu mazerette bir gerçeklik payı olabilir mi? Eger öyleyse biz öğretmenler ne zamandan beri çocukların yararına alınması gereken kararları kendi rahatımıza uymuyor diye kenara atıyoruz ki? ya da bu tamamen asılsız,  doğruluğu olmayan bir görüş ise bu idareci ne uğruna çocukların yüksek yararını gözetmeyi tercih etmedi?

Şu anda kelimeler oyle sınırlıyor ki beni....aslında yazmıyor, avazım çıktığı kadar bağırıyorum!!!

Sevgili anne babalar çocuklarınızı 72 aylıktan bile küçük yaşta okula başlatmak niyetindeyseniz lütfen okul yönetimlerine, ilçe ve il milli eğitimlere giderek, konuşarak, olmadı dilekçe vererek, aylarına göre sınıfları ayırmaları konusunda ısrarcı olunuz. Siz farkında olursanız, arkamızda durursanız bizler de eğitimde daha iyi şeyler yapabiliriz.

Sayın okul müdürleri, yukarıda aktarılan bilgiler ve geçmiş yıllardan edindiğimiz tecrübeler gösteriyor ki özellikle birinci sınıfları ay gruplarına göre ayırmak çocuklarımız için en iyisi olacak. Bu konuda adım atılmasının önündeki engel (bana ifade edildiği gibi) öğretmenlerin isteksizliği ise öğretmenleri ikna etmek sizin elinizde, bizim elimizde... Eminim ki geçerli sebepler açıklanınca öğretmenlerimiz çocukların yararını gözeteceklerdir.

Çocuklarımızın, bizlerin kararlı duruşumuza ihtiyaçları var.


Kaynak: http://www.ifs.org.uk/pr/mob_may2013.pdf

22 Ocak 2014 Çarşamba

Finlandiya'da yaşayan Amerikalı bir öğretmenin günlüğünden...Finlandiya'da eğitim nasıl farklı?

Birçok eğitimci gibi ben de Finlandiya eğitim sistemini merak eder oldum. Merakımın temel nedeni Fin'li çocukların PİSA sınavında başarılı olmaları değil, asıl sebebi başarının, katı disiplinli, akademik beceri odaklı, rekabetçi, ödev  ve ders yüklü bir sistemden gelmiyor olması.

Tek önemsenen değerin "başarı (test puanları)" olduğu sistemler, çocukların çok yönlü gelişmelerini sağlayacak yaklaşımlardan yoksun, akademik beceri odaklı okul ortamları sunuyor. Hiçbir öğrencinin geride bırakılmadığı, fırsat eşitliğine dayalı bir sistemde, çeşitli alanlarda kendini geliştirebilen, mutlu bireyler yetiştirmekse eğitim; bırakın diğer alanları akademik odaklı olmasına rağmen akademik becerilerin bile geliştirilemediği sisteme ne diyeceğiz?

Peki Finlandiya'da eğitim nasıl farklı?

Finlandiya'daki bir devlet okulunda çalışan 5.sınıf öğretmeni Tim Walker'ın bloğunu okuyorum. Tim bloğunda bir Amerika'lı olarak Finlandiya'da yaşadığı 'sınıf (classroom) şokunu' anlatıyor. Tüm ülkede 7.sınıflar haftada 1 saat teori, 2 saat de uygulamadan oluşan toplam 3 saat ev ekonomisi (home economics) dersi almak zorundalar. 8. ve 9.sınıflar ise bu dersi seçmeli olarak alıyorlar. Tim gibi siz de ev ekonomisinin teorisi mi olurmuş diyorsanız; bu derste bütçe planlama, sofra adabı (masa düzeni), sağlıklı beslenme, eneji tasarrufu sağlama yöntemleri gibi konular öğreniliyor. Uygulamada yemek pişiriyor, mutfak temizliyor, bulaşıkları ve önlükleri yıkıyorlar. Ayrıca Tim'in 5.sınıf öğrencileri haftada 4 saatlerini sanat(art), ağaç işleri(woodwork), tekstil(textiles)'e ayırıyorlarken, matematiğe haftada 3 saat zaman ayırıyorlar. 5. sınıfın haftalık 26 saatinin 13 saati sanat, müzik, beden eğitimi, ağaç işleri, tekstil ve yabancı dile ayrılıyor. Finlandiya'da öğrenciler sadece liseyi bitirdikleri yıl sonunda merkezi sistemle hazırlanan teste tabi tutuluyorlar ve Tim'in mesai arkadaşlarına göre bu test ilkokul ve ortaokul eğitimini etkilemiyor. 

Tüm bunlara baktığımda gördüğüm, ders programlarının akademik derslerin ezici baskısından kurtulmuş olduğu, sisteme standart testlerin hakim olmadığı, dershane mantığından uzak, ilk ve ortaokul seviyesinde günlük yaşam becerilerine çok önem verildiği oldu. Elbette başarının birçok sebebi olabilir fakat Fin'li çocukların okulda başarılı olurken aynı zamanda da mutlu olmaları bu felsefenin sonucu diye düşünüyorum.  

Merak ettim ve bizim 5. sınıflarımızın haftalık ders çizelgelerini inceledim. 5.sınıflar haftada 28 saat zorunlu ders görüyorlar. 28 saatin 4 saati beden eğitimi, müzik ve görsel sanatlardan oluşuyor. Tim'in eklediği şekliyle yabancı dili de eklersek 28 saatin 8 saati bu derslere ayrılmış oluyor. Finlandiya'da 26'da 13; bizde 28'de 8. 5.sınıflar zorunlu ders saatlerinin yanısıra 8 saate kadar da seçmeli ders alabiliyorlar. Zorunlu derslerin üzerine 8 seçmeli ders saatinin tamamı eklenecek olursa 5.sınıflar toplamda haftada 36 saat ders görecekler. Bu da günde 7 saate tekabül edecek.

Finlandiya'da blok ders neredeyse hiç yok, dersler 45dk. ve her ders saati arasında 15 dk. teneffüs var. Tim sınıf öğretmeni olarak haftada 24 saat derse giriyor. Tim derslere tek başına girdiğinden daha çok bir öğretmen arkadaşıyla birlikte giriyor. Bu ikinci öğretmen yardımcı niteliğinde. Aynı şekilde Tim de başka öğretmenlerin derslerine yardımcı öğretmen olarak giriyor ve bu program haftalık ders programlarıyla öğretmenlere bildiriliyor. Ayrıca Finlandiya'da öğretmenler Amerika'daki meslektaşlarına göre daha az derse girip, daha çok serbest zamana sahipler ve bu zamanları meslekdaşlarıyla işbirliği, mesleki gelişimleri, ders planlama vb. için kullanıyorlar. Haftada bir de tüm öğretmenler biraraya gelerek toplantı yapıyorlar. 

Tim'in kıyaslamalarından öyle anlaşılıyor ki Türk eğitim sistemi bazı açılardan Amerikan eğitim sistemine çok benziyor. Örneğin ben de blok derslerin olmamasına, 15dk.lık tenneffüslere, matematik ve resim,beden, müzik gibi derslerin oranına, öğretmenlerin çalışma saatlerine, iki öğretmenin derse girmelerine, eğitimde günlük yaşam becerilerine verdikleri öneme, sadece lise sonda merkezi bir sınava girmelerine en az Tim kadar şaşırdım. Her iki ülke de sanırım rotayı çocukların sadece başarılı olduğu sistemlere değil, başarılı olmak için mutluluklarını ertelemek zorunda olmadıkları sistemlere çevirmeliler.
 


24 Aralık 2013 Salı

Okul dediğin...!

Eğitim sistemimizi "okullar çocuklara ne kazandırmalı?" diye düşünerek gözden geçirmeliyiz. "Okul, çocukları hayata hazırlayan yerdir" bakış açısıyla, sanki yaşamdan kopuk, kendine has bir bilgi labarotuvarı canlanıyor insanın aklında. Antagonist eğitimciler arasında okullar için kullanılan benzetmelerden biri de; Kendine has kuralları ve çalışma prensibi olan ön kapıdan ham maddenin verilip, arka kapıdan istenen özellikte ürünlerin alındığı bir fabrika benzetmesi. Biz öğretmenler fabrikada kendi  bandımızdan çıkacak  ürünün sadece kalitesi ile ilgileniyoruz. Ne kadar iyi okuyabiliyor, matematikte ne kadar iyi gibi. Öğretmenleri suçlamak değil amacım, ancak gücü ve yetkisi olup da çözüm bulması gereken fakat sadece şikayet eden kişilerin de sorumlu oldukları yadsınamaz bir gerçek.

Okul hayata hazırlayan yer değil, okul hayatın kendisidir. Öyle olmalıdır. Okulun güvenli ortamında hayatı deneyimlemeye devam eden, potansiyelini ortaya çıkaran, kendini farkeden çocuk için ayrıca hayata hazırlanmaya gerek yoktur.  Maalesef okullar hem eğitim sistemi hem de fiziksel yapı açısından hayattan kopuk dizayn edildiği için bu misyonu gerçekleştirmiyor.

Okullarda çocukları farklı açılardan geliştirecek ortamlar sunmak yerine, onları tek bir açıdan geliştirmeye çalışıyoruz ve bunu yaparken de onların hiçbirşey bilmeden okula geldiklerini varsayıyoruz. Sadece ne öğreteceğimize takılıyor (müfredat), belki içimizden eğitime duyarlı olanlarımız biraz ileri giderek, çocuklarımıza nasıl öğreteceğimize kafa yoruyoruz. Çocuklarımızın okulda, dersleri konusunda ne kadar başarılı(!) olduklarını yani fabrikadan çıkan ürünün kalitesini görmek için bir derecelendirme sistemi kullanıyoruz. Çocukları notlar vererek ölçüyor, biçiyor, değerlendiriyor, sıralıyor, etiketliyor ve komplike bir insanı tek bir göstergeye indirgiyoruz. Gerçekçi olmayan hatta hiç uygun bulmadığım not sistemi ile çocukların başarısını değerlendirdiğimizi zannede duralım, asıl şuna dikkat çekmek istiyorum, okulda sadece müfredat, ders, öğretim yok, biz görmezden gelsek de okulda çocuk sadece zihinsel işlevleriyle değil, duyguları, sosyalliği, tercihleri, ilgileri, kızgınlıkları, problemleri ile var.

Öyle bir okul olsun ki; öğrenciler 100'lük, 60'lık diye sıralanmasın. Neler öğrenebileceği çocuklara seçenek olarak sunulsun. Öğretmek amaç olmasın, keyifli öğrenme ortamları sunmak amaç olsun. Okulda derslik yerine atölyeler olsun. Atölye deyince sadece marangozluk gelmesin akla, neden iletişim atölyesi olmasın mesela? Öğrenciler istedikleri atölyelere katılarak sertifika alsınlar. Böylece yıl sonunda çocukların notları değil, çeşitli alanlarda yeterliliklerini gösteren sertifikaları olsun. Bu sistemin benzeri Almanya'da bazı okul öncesi eğitim kurumlarında uygulanıyor, bunlar gerçek dışı fanteziler değil. Uyarlaması yapılarak okul sistemine de katılabilir. Okullarda kurulacak atölyeler bölgenin özelliklerine de hitap edecek şekilde dizayn edilsin. Bunun için elbette merkezi yapıdan yerel yönetimlere inisiyatif tanınan bir yapıya geçilmesi gerek. Tüm bunlar için okul mimarisi hayatın küçük bir kopyası olacak şekilde planlanmalı. Bütün illerde, semtlerde birbirinin benzeri, soğuk, kasvetli, tek tip okullar var. Okulların kendine has kimliği, kişiliği yok, ne öğretmen ne de öğrenci için bir cazibesi yok. Okul dış mimarisiyle, iç dizaynıyla çocuk dostu, eğlenceli, renkli, informal öğrenme ortamlarını teşvik edici bir ortam olmalı, çocuğun hem aklına hem ruhuna hitap etmeli. Okul dediğin gidilmeyince eksikliğini hissettirmeli.
 

İnternette kısa bir araştırmadan sonra farklı konseptte tasarlanmış pekçok okula rastladım. Buyrun buradan... okulunuzu nasıl alırsınız?
Fransa Bobigny İlkokulu
Çin Dalian İlkokulu
                                      






İngiltere Kingsmead İlkokulu
Washington Machais İlkokulu








Fransa Paris bir ilkokul
Seattle Epiphany İlkokulu








LosAngeles'da bir lise
Söğütlüçeşme Bilgievi













Dış mimarisi farklı tasarlanmış okulların iç dizaynları da oldukça farklı:


Çin Dalian İlkokulu
Çin Dalian İlkokulu









İngiltere Kingsmead İlkokulu

Kingsmead İO. hol yemek piş.alanı



















Fin. Riverview Elementary School
Finlandiya Riverview Elemantary School

















Seattle Epiphany İlkokulu
Orestad Lisesi









Orestad lisesi
Paris'te bir ilkokul











Avusturalya'da bir ilkokul
Avusturalya'da bir ilkokul















Okullardan bazılarının kütüphaneleri:

İngiltere Stoke Newington
Washington Machais İlkokulu










Avusturalya'da bir ilkokul
Finlandiya Riverview Elemantary School











Kantin demeye dilim varmıyor; mutfak, kafetarya demek daha olası:


Seattle Epiphany İlkokulu
Finlandiya'da okulların kantinleri genelde böyle



Finlandiya'da genelde kantinler








İngiltere Stoke Newington kantini










Okulların bahçeleri:

Finlandiya Riverview İO

Washington Machais İO


İtalya'da bir İO

11 Aralık 2013 Çarşamba

Almanya Rheinland-Pfalz eyaletinde okul öncesi eğitim sistemi Türkiye'deki eğitim sisteminden farklı mı?

Okul öncesi eğitim alanında çalışan öğretmenler olarak araştırma ve gözlem yapmak için Almanya'nın Rheinland-Pfalz eyaletine gittik. Burada aktaracağım gözlemlerimin tamamen kişisel olduğunu, birlikte gittiğim arkadaşlarımın farklı gözlem ve yorumları olabileceğinin altını çizmek istiyorum. Ayrıca çeviri hataları olabilir, böyle bir durumda yorum kısmında fikrinizi belirtebilirsiniz.

Genel yapı nasıl?
Anaokullarını gezmeden önce eyaletin eğitim sistemi hakkında genel bilgilendirme yapılan bir toplantıya katıldık. Aldığımız bilgileri kısaca derlersem; Rheinland-Pflaz eyaletinde okul öncesi eğitim Entegrasyon, Aile, Çocuk, Gençlik ve Kadın Bakanlığı'na (Ministerium für Integration, Familie, Kinder, Jugend und Frauen: Bakanlığın sitesini incelemek isterseniz buradan yapabilirsiniz)  bağlı.  Eğitime ayrılan bütçe 674.000.000 Euro. Bunun 500.000.000 Euro'su (yazım hatası yok) sadece okul öncesi eğitime ayrılıyor. 32.000.000 Euro'su da mültecilerin eğitim ihtiyaçlarına ayrılan kısmı. Bakanlık çalışmalarını belediyeler ve belediyelerin 'Gençlik Daire Birimleri' ile birlikte sürdürüyor. Okul öncesi eğitim ihtiyaçlarını çalışan annelerin sayısına göre belirliyor ve bu amaçla yine belediyelerle işbirliği yapıyor.

Her çocuğun 1 yaşından sonra okul öncesi eğitimden yararlanma hakkı var ve bu haklar anayasa ile korunuyor. 2 yaşından itibaren ise aileler sadece yemek bedelini ödeyerek çocuklarını bu haktan ücretsiz olarak faydalandırabiliyor. Bu eyalette anaokulundan üniversiteye kadar tüm devlet okulları ücretsiz, özel okullar ücret alıyor ancak özel okul sayısı çok az. Okul öncesi eğitim zorunlu olmadığı halde 3 yaş ve üzeri çocuklarda okullaşma oranı %100. Anaokulları yarım (8.00-14.00) ve tam gün olarak hizmet veriyor. Burada kısa bir parantez açalım, ders bitiminden itibaren 'etüd' diyebileceğimiz bir sistem ile ilkokul da tam güne çıkarılmaya çalışılıyor.
 
Okul öncesi eğitimin bağlı olduğu Aile, Çocuk, Gençlik ve Kadın bakanlığı aynı zamanda gençlerin istihdamı ve faşizm, istismar ve medyanın olumsuz etkilerinden korunması konularında da çalışıyor. Bu amaçla sinema filmlerinin, TV'de gösterilecek her türlü film ve çizgi filmlerin incelenmesinden de sorumlu olan bakanlıktan onay almadan hiçbir film yayına giremiyor. Bu arada bana ilginç gelen, bu eyalette 27 yaşına kadar bireyler hukuk önünde genç olarak kabul ediliyor.
 
Çok kültürlü, çok dilli bir yapısı olan Rheinland-Pfalz'da okul öncesi eğitimde dil sorunu nasıl çözülüyor?
Her çocuğun okul öncesi eğitimden faydalanmasının anayasal bir hak olması gibi dil eğitiminden yararlanması da anayasal bir hak. Bunun anlamı aile çocuğunu anaokuluna yazdıramaz ya da dil eğitimi aldıramazsa mahkemeye gidebiliyor. Anaokullarında dil eğitiminin çok önemli olmasının iki geçerli nedeni var; birincisi Rheinland-Pfalz eyaleti Fransa, Belçika ve Lüksemburg'a sınırı olmasından dolayı çok kültürlü bir yapıya sahip. İkincisi ise dili anlama, kullanma becerilerinin zihinsel gelişim için gerekli olduğu düşüncesi. Anaokullarında dil eğitimine 6 milyon Euro'luk bir bütçe ayrılıyor ve bu kaynak Belediyelerin Gençlik Dairelerine veriliyor, oradan anaokullarının ihtiyaçlarına göre anaokullarına dağıtılıyor.
 
Anaokullarında dil eğitimi, bu konuda özel eğitim almış kişiler tarafından ayrı bir program ile yürütülüyor. Mülteci çocukların Almanca'sının gelişmesi için kullanılan bu program ile çocukların Almanya'daki yaşama uyumları desteklenirken, bir yandan da anaokullarında yabancı kökenli çocukların kendi kültürlerini ve dillerini de geliştirmelerine yönelik çalışmalar yapılıyor. Her eyaletin kendi dil eğitim programı var ancak 2013-2014 yılında tüm eyaletler ortak bir dil gelişimi projesi üzerinde çalışmaya başlamışlar. (İhtiyaç halinde) çocukların anaokulundan ilkokula geçişe hazır olup olmadığına dil, akademik, psikolojik gelişimlerini değerlendirmede özel eğitim almış tıp doktorları karar veriyor.
 
Özel eğitime ihtiyacı olan çocuklar okul öncesi eğitime nasıl dahil oluyor?
Özel eğitime ihtiyacı olan çocuklar yaşıtlarıyla aynı sınıflarda eğitim alıyorlar. Bizdeki kaynaştırma sistemi uygulanıyor. Ancak bizde uygulanmayıp orada uygulanan bir şey var ki, umarım bir gün ülkemde de hayata geçer: kaynaştırma öğrencisi olan sınıflara ayrıca bir özel eğitim öğretmeni veriliyor. Bu öğretmene 'gölge öğretmen' deniyor.
 
Yasal düzenlemeler nasıl?
Yakın zamanda eğitimcilerden gelen talepler üzerine okul müdürleri ile bakanlık yetkilileri bir araya gelerek,  okul binasının özellikleri, anaokulu açmak için gerekli şartlar, kültürlerarası çalışmalar, dil eğitimi, çocuk sayısı ve personel sayısı konusundaki oranların belirlenmesi, sağlık önlemleri gibi genel konulardan oluşan bir düzenleme yapıp, bu düzenlemeyi kitapçık haline getiriyorlar. Okul öncesi eğitimcileri bağlayan tek şey bu kitapçıkta belirlenen şartlar. Okullar personel ücretlerinin devlet tarafından karşılanmasını istiyorlarsa bu şartları taşımak zorundalar. Yasal düzenlemelere buradan ulaşabilirsiniz.
 
Okul öncesinde eğitimin içeriği nedir?
Okul öncesi eğitimde, eğitimin içeriği yani bizim sistemimizde var olan şekliyle söylersek kazanımlar belirlenmiş değil, standart bir program yok. Her anaokulu neyi, nasıl öğreteceğine karar vermede insiyatif sahibi. Önceden belirlenmiş kazanımlar yok, ders planları yok.
  • Öğretmenler neyi nasıl öğreteceğine nasıl karar veriyorlar?
  • Çocuklara bir kazanım verme gayeleri yok mu?
  • Gün boyu yapacakları etkinlikleri neye göre planlıyorlar?
  • Etkinlik planlamadan mı derse giriyorlar?
  • Eğer öyleyse bütün gün çocuklar okulda ne yapıyor?

Tüm bunları da sonraki yazımda ele alayım...


Not: Buraya kadar okuduklarınız hakkında neler düşündüğünüzü merak ediyorum. Varsa yorumlarınızı buradan, faceden, twitterdan yapabilirsiniz.

14 Ağustos 2013 Çarşamba

İlkokula hazırlıkta hangisini, nasıl tercih edeceksiniz? Anaokulu, Kreş, Anasınıfı.

Bu yazida once kavramlari tanimlayip, bagimsiz olmalari bakimindan anaokulu/kres ya da bir ilkokulun bunyesinde olmasi açısından anasinifi tercih etmek konusunda netlesmeye ihtiyaci olan velilere fikir vermek istiyorum.

Anaokullari 3-6 yas arasi cocuklara okul oncesi egitimi veren, bagimsiz yani ilkokul bunyesinde olmayan ve Milli Egitim Bakanligina bagli, MEB tarafindan denetlenen kurumlardir.

Kresler kucuk yas gruplarina bakim hizmeti ve 3-6 yas cocuklarina okul oncesi egitim hizmeti veren Saglik Bakanligina bagli, denetimi Saglik Bakanlığı tarafindan yapilan kurumlardir.

Anasinifi sadece 6 (yeni yasayla bu yas 5 olarak ifade ediliyor olabilir) yasa hizmet veren ve bir ilkokulun bünyesinde olan sınıflardır.

Bir yil sonra ilkokula baslayacak olan cocuklar acisindan bu uc farkli kurumun amaclari aslinda aynidir; bilissel (akademik), sosyal, duygusal, psikolojik ve motor beceriler açısından çocukları ilkokula hazırlamak. Bu becerilere kabaca değinmek gerekirse;
Bilişşsel; çocuğun renkleri bilmesi, sayıları tanıması vs.
Sosyal; arkadaşlarıyla oyun oynayabilmesi, özür dilemesi, kurallara uyması, günaydın, iyi günler demesi vs.
Psikolojik; çocuğun okula hazır bulunma düzeyi, anneden kopabilmesi, bağımsız olabilmesi vs.
Motor; kalem tutabilmesi, koşması, engellerin üzerinden zıplaması, topa vurması yani vücuduna hakim olabilmesi.

Bir veli çocugunun, ilkokula baslamadan bir yil once okul oncesi egitimi almasini istiyorsa velinin önunde 3 secenek var demektir:

1- Anaokulu
2- Kres
3- Anasinifi

Burada Anaokulu ve kres bagimsiz yapılardır. Anasınıfı ilkokul bunyesinde olmasi bakımından bu iki kurumdan farklıdır.
Anaokulu-anasinifi-kres tercihini etkileyen nihayi belirleyici faktorler kisiseldir. Bu nedenle tek bir dogru var anlayisindan uzak durulması gerekir. Bir danışman olarak çocuğun özellikleri, bu özelliklerin okul seçimini nasıl etkileyeceği konusunda aile ile görüşmek ve bu şekilde ailenin okul tercihini yapmasini saglamaktan yanayim. Dolayisiyla gorusmelerimde cevaplardan cok ailelere yonelttigim sorulari daha onemli bulurum:

Çocugunuz yeni durumlara uyum sağlama surecini nasil yasar?

Cocugunuz daha once herhangi bir kurumda okul oncesi egitimi aldi mi?

Bazi cocuklar icin yeni durumlar belirgin bir stres tepkisine neden olabiliyorken bazilari bu durumla daha rahat baseder. Çocukların yeni durumlara uyum sağlama becerileri ve daha önce okul oncesi egitim alma durumlarına göre aileler iki farklı düşünceye yönelirler:

1-Anaokullari ve kresler fiziksel cevre bakimindan anasiniflarina oranla cocuklar icin daha avantajli oldugundan cocuklarin uyum saglamasi daha kolay olur. Diger bir deyisle cocuklar kendilerine gore dizayn edilmis, renklendirilmis, buyuk cocuklardan izole, bakici teyzelerin oldugu, daha samimi iliskilerin kuruldugu bagimsiz anaokullarinda/kreslerde daha rahat edebilirler. Ozellikle evden ilk defa ayrilan cocuklar icin butik tarzdaki bu okullar ailelere daha cazip gelebilir.

2-Yeni durumlara uyum sağlamakta zorlanmayan, daha önce bir anaokulu/kreş deneyimi olan çocukların aileleri, çocuğun ilkokula geçişini kolaylastirmayi sağlamak için çocuğun kendi sinif arkadaslariyla beraber, asina oldukları binada ilkokula baslamasini isterler. İlkokul bunyesinde olmalari bakimindan anasiniflari, cocugun okulun fiziksel sartlarina, buyuk cocuklarin varligina alismasina olanak saglar. Ayrica aileler, okulun atmosferini gorme, o yil 4.sinifi okutan(seneye 1.sınıfları alacağı için önemli) ogretmenlerle tanisma, cocugu 4.sinifa giden velilerden gorus alarak bir sonraki sene için çocuklarına uygun öğretmen seçme sansini da bulabilirler. Eğer ki bir özel okula gidilecekse oranın anasınıfına devam ediyor olmak veliye okulun eğitime yaklaşımını anlaması için de fırsat verir.

Bu noktalarda aileyi aydinlattiktan sonra
"hangi formul size uygun?"
diyerek ailenin netlesmesini saglamayi tercih ederim.



Yazmanın tadına doyum olmuyor...

24 Temmuz 2012 Salı

Kardeşler arası ilişkiler...

Kardes kıskançlığı cok sık karşılaşılan bir sorun olması nedeniyle sanki doğalmis gibi algılanır ama bu müdehale edilmesine gerek olmadıgı anlamına gelmemelidir. Aslında kardes kıskançlığı anne sevgisinin kaybedilmesi endişesidir ve kendi haline birakilmasi degil, yonetilmesi gereken bir süreçtir. Bebeğin varlığı ile değişen ortamda büyük çocuğun anne sevgisini kaybetmekten endişe etmesi doğal bir duygudur, bu duygunun davranış sorunlarına dönüşmesi ise sürecin iyi yönetilememesinden kaynaklanır ve doğal olmayan da budur.

Annesinin sevgisini kaybetme endişesi yaşayan büyük çocuk rahatlatilmaya ihtiyaç duyar. Anne baba bu konuda bazı önlemler almalıdırlar. Örneğin anne bebeği severken baba da büyüğü sevebilir ya da tam tersi, anne küçükle ilgilendikten sonra büyüğe de ilgi gösterebilir, bebeği emzirirken büyüğü de okşayabilir, çocuk istekli olduğu sürece bebeğin bakımında kendisine yardımcı olması için anne büyüğe fırsat verebilir gibi... Çevremde sıklıkla görüdüğüm en büyük yanlis büyüğün anneanne/babaanne yanına gönderilmesi, yaz kampları vs.. ile evden uzaklaştırılması oluyor. Kardesler unutmamak gerekir ki kardesi degil, anne babanın sevgisini kıskanır. Yapılan bu yanlış uygulamayla, çocuğun anne/baba tarafından sevilmeyeceği yönündeki algılaması birnevi doğrulanmış oluyor. Bu gibi yanlış yöntemlere başvurmamak için evde anneye destek verebilecek bir yakının olması özellikle bu dönemin atlatılmasında anneye yardımcı olacaktır.

'Kardeş kıskançlığı' demek bana gerçekten çok doğru gelmiyor, 'anne sevgisini kaybetme endişesi' evde devam ettiği sürece bu durumdan muzdarip olan büyük kardeş evin dışında da bazı sıkıntılı anlar yaşar. Çevredeki diğer yetişkinler bebeği severken büyük kardeşin yüzünden ve tavırlarından rahatsızlık duyduğu çok rahat gözlemlenebilir. Bu durumlarda anne/baba anlık yaklaşımlarla durumu idere edebilirler. Garson bebeğinizi severken siz de büyük çocuğa yaklaşabilir, onunla konuşabilirsiniz. Eğer bu sizi ve çocuğu rahatlatacaksa neden yapmayasınız?

Burada asıl sorun kardeşi kıskanmak değil de anne sevgisini kaybetme endişesi ise neden o zaman garson severken de büyük çocukların yüzleri birden değişir? Annesinin sevgisini kabetmesine yol açan kişi olarak büyüğün öfkesi kardeşe yönelir de o yüzden. Sorunun kaynağı anne/babanın tavırları olmasına rağmen çocuğun gözünde sorun bebeğin varlığıdır ama burada güzel haber; dışarıda yaşananlar için çok endişe etmeye gerek yoktur. Anne/baba evde süreci doğru yönetmeye devam ederse zaman içinde büyük kardeş için hassasiyet ortadan kalkar ve bebekle sessiz bir barış anlaşması imzalanır. Bir kere annesinin sevgisinden emin olduktan sonra ise çevreden gelen etkiler çocuk için artık bir sorun teşkil etmez.

Kardeşler arasındaki ilişkilerde anne/babanın tavırları çok belirleyicidir. Bazı kardeşler yetişkin olduklarında dahi sağlıklı bir ilişki kuramıyorlarsa, sebebi önce anne babanın geçmişten beri kendilerine karşı davranışlarında aramak gerekir diye düşünüyorum. Kardeş elbette ki iyidir tabii ki anne/baba ilişkileri iyi yönetebildiği sürece!
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...